13.06.2011

Kritik: Somewhere


En iyi filmi bence hala ilk çektiği The Virgin Suicides ama Sofia Coppola takip etmeye çalıştığım, aklımın bir yerine yazdığım isimlerden. Venedik'te Altın Aslan alan son filmi Somewhere'i yeni izleyebildim ve ilk 50 dakikası boyunca "neden vermişler ki bu filme ödülü?" diye sordum kendi kendime. Hatırlarsanız, jüri başkanı Quentin Tarantino'nun eski ahbaplıkları adına ödülü Sofia Coppola'ya verdiği ve aslında Somewhere'den çok daha iyi filmler olduğu haberleri çıkmıştı geçen yıl. Az kalsın ben de bu koroya katılmak üzereydim ki, filmin hiç çaktırmadan beni ele geçirmiş olduğunu fark ettim. Bazı bakımlardan bana Bret Easton Ellis'in hikayelerini ( The Informers'daki bazı hikayeler özellikle ) anımsattı hatta ve iyice ısındım doğrusu. İşin aslı ne doğru dürüst bir hikayesi var ( dramatik anlamda söylüyorum ) ne de moda tabirle "iç yolculuğa çıkmış" karakterleri. Oysa ben özellikle değişim geçiren karakterlere çok önem veririm. Filmin, ya da hikayenin, aksiyonlardan ziyade, karakterler tarafından şekillendirilmesini tercih ederim. Bu filmdeyse hiçbiri yok. Sadece kızıyla birkaç hafta geçiren bekar bir film yıldızı var ve hiçbir şey olmuyor gibi görünse de bir sürü şeyin olup bitmekte olduğunu ( hatta olup bittiğini ) çok sonra anlıyor insan. Filmin merkezinde hayatı rutinlerle çürümeye yüz tutmuş, Johnny Depp, Brad Pitt kadar ünlü bir film yıldızı var: Johnny Marco. Ondan önce otomobiliyle tanışıyoruz ama; küçük bir pistte dönüp duran siyah bir Ferrari. Hayatının yarısını bu Ferrari'de, yarısınıysa otel odalarında geçiren ( evi gibi kullandığı Chateau Marmont başta olmak üzere ) Johnny, tıpkı pistte dönüp duran Ferrari'si gibi, odasına kurdukları borularda dönüp duran yarı çıplak kızları, buz pistinde dönüp duran kızı Chloe'yi izleyip duruyor, aynı duygusuzlukla. Herşey tekrar ediyor hayatında; bitince yenisini açtığı birası, tanımadığı yatak arkadaşları, gazetecilerin saçma sapan soruları ve hep değişen ama hepsi sonuçta birbirinin aynısı otel odaları. Gerçeklikten kopmuş diyemeyeceğim belki ama duygularından ve dolayısıyla hayattan alabildiğinde kopmuş bir adam bu karşımızdaki. Ta ki eski eşinin planları yüzünden her zamankinden daha uzun bir süre kızıyla yaşamak zorunda kalıncaya kadar. Yine de büyük çalkantılar, ciddi değişimler beklemeyin kahramanımızdan. Ferrari'sini yolun kıyısında terk edip yürümeye başlaması bile yetiyor değiştiğini gözlemlememiz için.


Başrolde Stephen Dorff alabildiğine soğuk ama şaşırtıcı biçimde izleyiciye yakın gelen bir oyunculuk sergiliyor. Kızı rolündeki Elle Fanning ise ileride adını çok sık duyacağımız oyunculardan biri. Genç yaşına rağmen birçok filmde rol aldı bile ve olağanüstü yetenekli Dakota Fanning'in de kız kardeşi. Genetik sağlam yani. Senaryo ise Sofia Coppola'ya ait. Daha önceki filmlerinde de senaryoları kendisi yazan Sofia bu kez filmi alabildiğine hikayeden arındırmış ve öncekilerden çok daha izlenimci bir iş çıkarmış ortaya. Senaryoda hikayeyi kutsallık derecesinde önemseyenlere her gün televizyonlarda izlediğimiz üç kuruşluk reality show'larda bile tonla hikaye kullanıldığını hatırlatmak isterim. Bence artık karakterlerin çok temel bir çelişkiyle boğuştuğu ve neredeyse varoluşsal bir maceraya giriştiği filmler çok daha heyecan verici. Bakınız Winter's Bone, bakınız Monsters, bakınız Bir Zamanlar Anadolu'da, vs. O yüzden Sofia Coppola'nın yalınlaştırılmış Hollywood fantezisi beni hiç rahatsız etmedi. Masaj sahnesinde, ya da basın toplantısı, ödül gecesi gibi sahnelerde bir hayli eğlendim; Chateau Marmont'daki karanlık sahnelerde Johnny'nin yalnızlığının kasvetini ve Ferrari'sine her bindiğinde depreşen paranoyasının sıkıntısını hissettim. Filmin dönüm noktasının ise ( çok belli belirsiz bir dönüm noktası ama ) yönetmenin afişe çıkartmayı tercih ettiği havuz başı sahnesi olduğuna kanaat getirdim. Sonuçta ben filmi sevdim. ****

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder