25.05.2012

"De Niro geçsin, ben beklerim"


Robert De Niro ve eşi Grace IWC galasında

Dikkat!! Bu yazı daha önce ntvmsnbc'de yayınlanmıştır.

Abdo her nasılsa Avrupalılarıra benzemiş iri yarı bir Arap ve mütevazı otelimizin önünde bizi Antibes’deki özel IWC galasına götürmek için bekleyen lüks Mercedes’in de şoförü. “Kolay buldunuz mu oteli?” diye soruyorum ve gecenin ilk darbesini yiyorum: “Elbette, GPS var.” Tabii ya, GPS diye bir şey var bu hayatta. Bendeki de akıl işte.

Gecenin ilk darbesi demem boşuna değil, zira az sonra, eğer elimizdeki lüste doğruysa, birbirinden ünlü yıldızların önümüzden geçeceği bir kırmızı halıya gideceğiz ve bir yandan işimizi yaparken bir yandan da ulaşılması bizim için çok zor olan bir hayata gıptayla bakıp içleneceğiz. Oktay’la benden biraz daha şanslı olan ve kırmızı halı bittikten sonra içeri girip Robert De Niro, Jeremy Irons, Karolina Kurkowa, Terry Gilliam, Ewan McGregor gibi isimlerin toplandığı salonda onlarla yemek yiyip vakit geçirebilecek. Al sana bir darbe daha.

David Cronenberg ve Sarah Gadon
Peki biz neden buradayız? Kısaca anlatmak gerekirse dünyanın en ünlü saat markalarından IWC özel bir gala düzenlemiş ve Türkiye’den bu galaya sadece NTV’yi davet etmiş. Türkiye’den bizim davet edilmiş olmamızınsa çok özel bir sebebi var aslında: Ferzan Özpetek. Gündüz saatlerinde Türk standında Gece Gündüz için bir söyleşi yaptığımız Ferzan Özpetek bu özel gala için geldi Cannes’a ve biz de onu takip ederek Antibes’deki son derece lüks Cap D’Eden oteline kadar savrulduk. Cannes’a 20 dakika uzaklıktaki bu cennet köşesi, nihayet dinen yağmurun da etkisiyle, bize yeni bir enerji aşılıyor ve diğer medya mensuplarıyla birlikte kırmızı halının karşısında bize ayrılan yere geçiyoruz. İlk gelen konuk dünya sinemasının yaşayan en önemli isimlerinden David Cronenberg. “Bay Cronenberg, bir iki cümle lütfen”

Adrien Brody, biraz flu maalesef
David Cronenberg beni kibarca reddettikten sonra birlikte geldiği Sarah Gadon ( Cosmopolis’te oynuyor kendisi ) ile poz vermek üzere yerini alıyor ve ortalık “David, bu tarafa” sesleriyle, hatta çığlıklarıyla inliyor. Küçük bir kırmızı halıdayız ve bizim bulunduğumuz taraf tam anlamıyla sıkış tıkış. Gerçi biz grubun en başında, bir anlamda en rahat yerindeyiz ama bir süre sonra anlıyoruz ki en elverişsiz yer de burası aslında ve kimse mikrofonumuza doğru yönelmiyor. Adrien Brody de çağrımıza yanıt vermeyip hızlıca kırmızı halıdan geçiyor ve bir süre çok tanımadığımız, daha çok Alman ya da İsviçre sosyetesine mensup şık ve güzel insanların önümüzden geçişini seyrediyoruz. Tam o sırada tanıdık bir sima beliriyor ve yeniden hareketleniyoruz; iki gece önce Türk standındaki partiyi de şereflendiren Ewan McGregor bu.

Ewan McGregor ve annesi
McGregor bu sefer sadece eşini deği annesini de getirmiş ve kırmızı halıda her ikisiyle de sırayla poz vererek gecenin “en harbi yıldızı” ödülünü alıyor. Gerçi yine özel bir röportaj alamıyoruz ama Türk standında haşır neşir olduğumuz ( bkz: “Türk standında dünya yıldızları” haberi ) çok da umursamıyoruz. Bu sırada Supertramp’in saksofoncusu John Anthony Helliwell geliyor ve nihayet mirofonumuza konuşan biriyle karşılaşıyoruz. Kendisine İstanbul’da bir konser verip vermeyeceğini soruyoruz hemen ( ne de olsa Supertramp hiç gelmedi Türkiye’ye ) ve Helliwell şaşkınlıkla yüzümüze bakara “Dahaşimdi bir teklif aldım. Çok isterim, keşke tüm grubu toparlayabilsek de gelsek” diyor. Anlıyoruz ki az ötede bekleyen Yekta bizden önce kendisiyle konuşup Türkiye’ye çağırmış onu ve Helliweel de bir organizatörden teklif aldığı duygusuna kapılmış.

Paolo Coelho kendisi görüntüleyen medya mensuplarını çekiyor
Kalabalık gitgide artıyor ve yine tanımadığımız bir sürü cemiyet mensubu geçiyor önümüzden. Biz de bu arada daha elverişli bir konum bulabilir miyiz onu araştırıyoruz. Medya bölümünün tam ters ucuna geçip şansımızı bir de oradan deneyelim diyoruz ama o tarafta işler çok daha zor, şartlar ve görevliler çok daha acımasız. Tam o sıralarda Ferzan Özpetek geliyor ve çeşitli kameralara röportajlar veriyor. Tam önümüze geldiğinde canhıraş bir şekilde kendimize yer açıp mikrofonumuzu uzatıyor ve bir iki cümle koparıyoruz kendisinden. Özpetek hemen ertesi gün Roma’ya döneceğini ve maalesef hiç film izleyemeyeceğini söylüyor ve diğerleriyle birlikte içeri geçiyor.

Gemma Arterton ve IWC CEO'su Georges Kern
Eski yerimize geçip beklemeye devam ediyoruz. Başka kim gelecek acaba diye düşünürken İngiliz sinemasının en güzel oyuncularından birinin bana doğru yürüdüğünü görüyorum. Söz konusu kişi Gemma Arterton ve tabii ki bana doğru değil ( o işin rüya kısmı ) kırmızı halıya doğru yürüyor. Birçokları gibi o da önce IWC’nin CEO’su Georges Kern ile fotoğraf çektiriyor ve benim “Gemma” çığlıklarıma aldırmadan içeri geçiyor. Bir darbe daha.

Mads Mikkelsen
Oktay’ın da zorlamasıyla kendimize tam ortada bir yer buluyoruz. Burada bir tarafımızda bir İtalyan televizyonu, diğer tarafımızda bir İsviçre televizyonu var ve gelen hemen herkes burada durup bir şeyler söylüyor. Nitekim yarışma filmlerinden The Hunt’ın (yön:  Thomas Vinterberg )başrol oyuncu Mads Mikkelsen geldiğinde “Filminiz basıl karşılandı?” soruma hiç beni üzmeden cevap veriyor ve “Gayet iyi, ayakta alkışlandı” diyor. Kendimi biraz daha iyi hissediyorum bu minör zafer sonucunda.



Eric Dane, Karolina Kurkova ve Georges Kern

Ray Liotta kimselere yaklaşmadan ama bol bol poz vererek geçip gidiyor ve ardından Gerard Butler geliyor. Ona da bir şeyler sormakta başarısız oluyorum ve önümdeki maçlara bakarım avuntusuna sığınıyorum. Karolina Kurkova ve Petra Nemcova gibi süpermodellerin güzelliğini bir hayli yakından takdir ettikten sonra önüme gelen Eric Dane’e ( Grey’s Anatomy dizisinin yakışıklı doktorlarından kendisi ) “Türkiye’de büyük bir hayran kitleniz var, onlara ne söyleyeceksiniz?” diyorum. “Türkiye mi?” diye hayretle sorduktan sonra “Hepsine çok teşekkür ederim, Türkiye muhteşem bir yer” diyor. Benden feyz alan İsviçreli muhabir hemen “İsviçre’de de çok hayranınız var” diyor ve Dane ilgisini hemen ona yöneltiyor. Benle konuşmaktansa güzel bir kızla konuşmayı tercih ettiğini anlıyorum ama pes etmeyip devam ediyorum. “Dizi daha kaç sezon sürecek?” soruma, “Bir sonraki sezon imzalandı ama ötesini bilmiyorum” diyor? Peki sinema filmi var mı: “Bakalım, şimdilik belli bir şey yok”.



Gecenin asıl onur konuğu sonlara doğru geliyor ve uzaktan gördüğüm anda kalp atışlarım hızlanıyor. Beyazperdenin gelmiş geçmiş en büyük oyuncularından Robert De Niro bu. Yanında eşi Grace ile birlikte geliyor ve son derece sempitik bir şekilde fotoğrafçılara poz verse de kimsenin yanına yaklaşmıyor. O sırada ilginç bir ayrıntıyı fark ediyorum. Kırmızı halının baş kısmında Jeremy ırons var ve kendi kendine gülerek De Niro’nun medyayla işinin bitmesini bekliyor. “O geçsin, ben beklerim” diyor sanki içinden. Gerçekten de De Niro içeri girdikten sonra Jeremy Irons yürümeye başlıyor ve bir iki dakika sonra da önümdeki yerini alıyor. “Cronenberg’in filminiizleyecek misiniz?” diye soruyorum eski yakınlıklarına atfen. “Çok isterim ve elbette seyredeceğim ama burada çok az kalıyorum, o yüzden daha sonra” diyor. “Peki yeni bir film projesi var mı?” dediğimde “Margin Call diye bir filmimiz var, çok güzel” diyerek nedense 1 yıl önceki filminden söz ediyor. Herhalde bazı yerlerde geç vizyona giriyor diye düşünerek “Ya tiyatro?” diye soruyorum. “Şu sıralar yok” diyor.

Petra Nemcova
Biraz sonra kırmızı halı geçişi bitiyor ve biz Oktay’la bir köşeye çöküp dinlenmeye başlıyoruz. Az sonra Yekta da yanımıza geliyor ve içeriden dedikodular vermeye başlıyor. Cannes’a kadar süren taksi yolculuğu boyunca nasıl Ewan McGregor ile sohbet ettiğini ( kendisini Türkiye’de seslendiren kişi olduğunu söyleyşnce inanılmaz komik anlar yaşanmış hatta içeride ), Cronenberg’e bizzat gidip hayranlğını nasıl ifade ettiğini ve gördüğü saat modellerinden bazılarının ne kadar görkemli olduğundan bahsediyor. Sanırım bunları Yekta Kopan’ın blogu Fil Uçuşu’nda çok daha ayrıntılı ve eğlenceli şekilde okuyabilirsiniz. Bizim kırmızı halı maceramızsa, yukarıda okuduklarınızdan ibaret. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder