23.04.2014

Festivalin ardından - 1/2


Her yıl olduğu gibi bu yıl da istediğim, planladığım kadar film izleyemedim. İşti, hastalıktı derken birçok film güme gitti maalesef. Yine de izlediğim ve aklımda yer eden bazı filmleri burada sizinle paylaşmak istiyorum. Yukarıda da gördüğünüz gibi iki bölümlü bir yazı olacak bu ve ilk bölümünü festivalde izlediğim belgesellere ayırdım. Başlayalım.


Belgesel yapımlar son yıllarda kurmacalara oranla ( sayısal bir oran tabii bu ) hep daha doyurucu ve etkileyici oluyor sanki. Ya da ben özellikle belgesel sevdiğim için onları tercih ediyorum, bilinmez. Bu yılın belgeselleri arasında FACE ödülünü alan ve Yabancı Dilde En İyi Oscar'ının 5 adayından biri olan The Missing Picture ( Kayıp Resim ) "iyi ki izlemişim" dediğim filmlerin başında geliyor. Kamboçyalı sinemacı Rithy Panh'ın imzasını taşıyan film geçen yıl Act of Killing ile birlikte adı anılan ve çeşitli açılardan onunla karşılaştırılan bir filmdi. Gerçi iki film arasında ciddi farklar var ama benzer meseleleri ele aldığı da yadsınamaz. Kamboçya'nın yakın tarihini anlatan ve kimi siyah beyaz fotoğraflar ve film ( çoğu haber ) görüntülerinin yanısıra kilden figürlerle yaşanan korkunç yılları anlatan The Missing Picture son derece çarpıcı bir anlatıma sahip. Her şeyden önce tamamı elle yapılan kilden figürlere hayran kalmamak imkan değil. Tam bir el emeği göz nuru olan bu figürler arasında kalabalık insan topluluklarından tutun da, hayvanlara, köy manzaralarına, çalışma kamplarına varana dek çok sayıda "sahne" de yer alıyor. Renk kullanımının özel bir anlam ifade ettiği bu figürler filme de eşine az rastlanır bir duygu katmış. Filmin bütününe yayılan ve yönetmenin anılarını aktaran dış ses ise Kamboçya tarihine dair bir reehberlik sağladığı gibi filmin dramatik havasına da sağlam bir destek veriyor. Pol Pot'un iktidara gelişinin ardından yaşanan radikal değişimleri ve trajik olayları şiddet görüntülerine yer vererek değil ( işin kolayına kaçmadığını teslim edelim ) figürlerin aracılığıyla yarı dramatik bir tarzda anlatan Panh bundan sonra her filmini merakla beklediğim isimlerden biri olacak.


NTV Belgesel Kuşağı'nda yer alan filmlerden biri olan Trespassing Bergman ( Bergman'ın Evinde ) sinema meraklılarının kaçırmadığını umduğum bir filmdi. Farö adasında bir münzevi gibi yaşayan ustaların ustası Ingmar Bergman'ın evi ölümünden sonra kimi sinemacıların ziyaretine açılır ve bu ünlü sinemacıların ( yönetmenler, oyuncular vs ) ziyaretleri sırasında bir film ekibi onları takip edip, söyleşiler yapar. Film kabaca bu görüntü ve röportajlardan oluşuyor. Bir yandan Bergman'ın hayatının ve filmografisinin kronolojik bir serimi yapılırken, bir yandan da Haneke, Coppola, Von Trier, Scorsese, Inarritu, Landis, De Niro gibi bir çok ünlü isim de İsveçli yönetmen hakkında anı, görüş ve izlenimlerini paylaşıyor. Bergman'ın dünyasını ve filmlerini yakından bilenler için dahi ilginç yanları olan bir belgesel doğrusu. Tabii ki Lars Von Trier gibi zıpçıktılıkları yapanlar da yok değil. bergman'ın nasıl evin her odasında mastürbasyon yapmış olduğunu anlatan Danimarkalı provokatör bir kez daha akılları karıştırmayı başarıyor. Ama onu bir kenara koyarsanız sadece Bergman'ın evinin odalarında gezinmek bile ( yukarıda gördüğünüz film izleme odası gibi ) ciddi bir keyif, sinema adına.


Bu yıl belgesel dalında Oscar'ı kazanan ( ki bir sürprizdi benim için ) 20 Feet To Stardom ( Yıldız Olmaya Ramak Kala ) özellikle merak ettiğim filmlerden biriydi zira The Act Of Killing ve Al Meidan ( Meydan ) gibi iki muhteşem belgeseli nasıl alt ettiğini anlamak istiyordum. Açık konuşmak gerekirse Morgan Neville'in belgeselini beğenmekle beraber Oscar'da diğer filmlere biraz haksızlık edildiğini düşünüyorum. 20 Feet'in fikri çok iyi ve film de bir hayli iyi kotarılmış ama yine de insanı sarsacak denli güçlü bir belgesel değil, ki diğer filmlerde bunu yaşamış biri olarak söylüyorum. Film ünlü yıldızların gölgesinde kalmış vokalistleri anlatırken neden bazılarının dünyaca ünlendiği, neden bazılarının bir türlü yırtıp şöhrete kavuşamadığı sorusuna röportajlar ve tanıklıklarla yanıt arıyor. İster hırs deyin, ister ego, isterseniz yetenek ( ya da tüm bunların bir karışımı ), kimileri ne kadar umut vaat ederse etsin istediği yere ulaşımıyor ama yine de hayatlarını adadıkları bu işte onurlu bir yaşam mücadelesi vermeye devam ediyor. 20 Feet To Stardom tüm o gölgede kalan kahramanlara bir saygı duruşu nihayetinde ama benzer bir konuyu ele alan Searching For Sugarman ve Inside Llewyn Davis gibi filmlerin etkisinde olmadığı da kesin.


Bundan 3 yıl önce 21. yüzyıl sporunun en büyük idollerinden biri kimdir diye sorulsa büyük bir çoğunluk "Lance Armstorng" yantını verirdi herhalde. Bana sorsanız tüm zamanların sporcusu olduğunu bile iddia edebilirdim belki. Ama bugün bambaşka bir gerçeklikle karşı karşıyayız. 7 kez üstüste dünyanın en zor  spor müsabakalarından biri olan Fransa Turu'nu kazanan Armstrong'un hemen herkes tarafından ezbere bilinen ( kansere yakalaınışı, ölüme meydan okuyup hayata tutunuşu ve ardından bisikletiyle harikalar yaratışı )hayat öyküsü son 2 yıldır yeniden yazılıyor. Geçtiğimiz yıl okuduğum ve aslında bisikletçi Taylor Hamilton'ın Armstrong merkezli doping organizasyonunu ifşa ettiği anılarından oluşan The Secret Race konuyla ilgili bir hayli bilgilenmemi sağlamıştı doğrusu ve Alex Gibney'in belgeseli The Armstrong Lie ( Armstrong Yalanı ) bu anlamda bana yeni bir şey anlatmadı. Öte yandan film belki de hiçbir kitabın veremeyeceği şeyi veriyor ve izleyiciyi Armstorng ile yüzyüze getiriyor. Doping olayı kanıtlandıktan sonra tüm şampiyonlukları elinden alınan ünlü bisikletçinin yaptıkları hakkında söyledikleri belki çok gecikmiş bir günah çıkarma gibi gözükebilir ama Gibney'in elinden geldiğince mesafeli ve sempatiden uzak durmaya çalıştığı filmi yine de izlemeye değer ve yer yer bir hayli heyecan verici. Yine de benim tüm bu olanlardan ve filmden çıkardığım şey şudur: Fransa Turu bir an önce iptal edilmeli, yapılacak iş değil.


Benzer bir yüzleşme Errol Morris'in ABD eski Savunma Bakanı Donald Rumsfeld ile yaptığı mülakatlarda da var. The Unknown Known ( Meçhul Malum ) adlı belgeselde özellikle son Bush hükümetinin kilit isimlerinden biri olan Rumsfeld'in daha da eskiye giden siyasi kariyeri masaya yatırılıyor ve bir muhasebe yapılıyor. Ya da en azından Morris'in yapmak istediği şey bu. Armstrong'un tersine Rumsfeld film boyunca hiç günah çıkarma gibi bir psikolojiye girmiyor ve zaman zaman utanmazca yalan söylese de hiçbir konuda geri adım atmıyor. Sık sık ağzından çıkan "Bilmiyorum" yanıtı ise Morris gibi deneyimli bir belgeselciyi bile çaresiz bırakıyor doğrusu. Rumsfeld benzeri siyasetçilerden bizde de bolca olduğu için ( Demirel'den Bülent Arınç'a uzanan geniş bir yelpazeyi düşünün ) filmin bizlere seslenen çokça yanı olduğuna inanıyorum. Morris'in eski basın açıklamalarından derlediği görüntülerin çok benzerlerini biz gün aşırı görüyoruz, sadece bizim siyasetçilerimiz ( özellikle de iktidardakiler ) çok daha yüzsüz ve Amerika'daki gazeteciler soru sormakta çok daha özgür. Yine de çok fazla şey değişmiyor doğrusu. Bu da iktidar denen şeyin tüm coğrafyalarda benzer bir çürümeye neden olduğu gerçeğini hatırlatıyor bize, ki galiba en önemli mesele de bu.


Neredeyse tamamı bir tek yüz tarafından doldurulmuş bir film var sırada: Bertolucci On Bertolucci. Gerçekten de Walter Fasano ve Luca Guadagnino'nun imzalarını taşıyan belgesel hemen her karesinde İtalyan sibnemasının usta ismi Bernardo Bertolucci'yi çıkarıyor karşımıza ve biz, tüm filmi sadece onun görüntüsü ve sesiyle izlesek de, hiç sıkılmıyoruz. Yabana atılır iş değil doğrusu. Bertolucci'nin tüm kariyerini kronolojik bir dizgede gözler önüne seren film usta yönetmenin filmlerini, o filmlerin nasıl meydana geldiğini, hangi, tartışmalara sebep olduğunu ve usta sinemacının tüm bunlar hakkında neler düşündüğünü anlatıyor ve bunları da çok büyük ölçüde eski röportaj ya da kamera arkası görüntülerini montajlayarak yapıyor. Yönetmenin sinemasına aşina olanların büyük bir keyif alacağına inandığım belgesel sadece Last Tango In Paris ya da The Last Emperor gibi popüler filmleri izlemiş sinemaseverler için de bir şeyler ifade edecektir kanımca. Yine de onların sıkılma ihtimalleri de yok değil.


Viyana'daki Sanat Tarihi Müzesi'nin anlatıldığı The Great Museum konusu itibariyle daha önce bir benzerini izlemediğim bir belgeseldi. Müzelere duyduğum ilgi ve saygıdan mıdır bilmem, filmi son derece ilginç ve zenginleştirici buldum. Hatta filmi izlerken kendi kendime "Avrupa'da yaşasam böyle bir yerde çalışmak isterdim mutlaka" diye düşündüğümü itiraf edeyim. Müzede çalışan her bireyin işini ne kadar ciddiye aldığını görmek göz yaşartıcıydı doğrusu. Ama beni daha da etkileyen resmi mercilerin ( devlet erkanından bahsediyorum öncelikle ) de bu konuya ne kadar önem ve dikkat gösterdiğini görmek oldu. Devasa müzenin her bir santimetresine aynı özenin gösterilemsi, çalışanların da bu özenden nasibini alması ve tüm bunların aslında temel insani değerlerden sayılması gibi haller beni biraz ezdi aslına bakarsanız. Tam da o sırada müzedeki bekçilerden birinin bir Noel kutlaması sırasında ayağa kalkıp nasıl kendilerine karşı üstü kapalı bir ayrımcılığı yapıldığını anlattığı bölüm geldi de biraz gerçeğe döndüm. Sorunsuz cennet olmaz malum. Yine de şu kadarını söyleyelim, hani "Bizde sanata gereken önem verilmiyor" dediğimizde elitist olmakla suçlanıyoruz ya, bir de bu filmi izleyin bakalım, anlayabilecek misiniz? Sözüm meclisten dışarı elbette ( ya da doğrudan Meclis'ten içeri ).


İf İstanbul'da izlediğim etkileyici Pussy Riot belgeseli A Punk Prayer'dan sonra bu kez de Pussy Versus Putin ( Pussy Putin'e Karşı ) adlı belgeseli izleme fırsatı doğunca kaçırmadım doğrusu. Pussy Riot neredeyse tek başına Putin'e karşı son derece etkili bir muhalefet yürütüyor ve devrimin asıl itici gücünün kadınlar olduğu görüşünü muhteşem bir şekilde kanıtlıyor. Gogol' Wives adlı anonim kolektifin kotardığı filminse diğer film kadar güçlü olmadığını söylemek zorundayım. A Punk Prayer işin biraz daha derinine inip Pussy Riot'ı ve yakın çevresini daha iyi tanıtırken, Pussy Versus Putin daha genel bir plandan bakıyor meseleye ve Rusya'daki farklı dinamikleri göstermeye çalışıyor. Filmin özellikle Protestan fanatikleri odak noktasına aldığı bölümlerin çok çarpıcı olduğunu, ama yine de Pussy Riot'ı hiç tanımayanlar için de iyi bir başlangıç sayılabileceğini ekleyeyim.


Son yıllarda sıkça çekilen belgeseller de küresel finansal krizi dair olanlar. The Smartest Guys In The Room, The Inside Job gibi belgeseller bu konuda ilk aklıma gelenler. Ekonominin inceliklerini bilmeyenler için bu belgeseller kimi zorluklar içeriyor gerçi ama bu yıl festivalde gösterilen Master Of The Universe ( Evrenin Hakimi ) bu anlamda izleyiciyi en az zorlayanlardan. Frankfurt'taki terk edilmiş bir finans merkezinde, oranın üst düzey yöneticilerden biriyle yapılmış bir mülakattan ibaret olan film hem görsel dili, hem de öznesi üzerinden kapitalist yaşam tarzının ne kadar gayri insani olabildiğini göstermesi bakımından bir hayli etkiliydi doğrusu. Şunu da düşünmeden edemedim öte yandan: çok yakında tüm bunlar bizim ülkemizde de yaşanacak ve vahşi kapitalizmin çok daha karanlık bir yüzüyle tanışmış olacağız. Evinde ayakkabı kutularına istifledikleri dolarları olanlar hariç tabii.


Yönetmen James Toback ve oyuncu Alec Baldwin'in birlikte çekmek istedikleri film için Cannes'da para bulma maceralarını anlatan Seduced and Abandoned ( Baştan Çıkarılmış ve Terk Edilmiş ) adlı belgesel NTV Belgesel Kuşağı'nda izlediğim filmlerinden en eğlenceli olanıydı herhalde. Toback ve Baldwin'in yaklaşık 12 gün boyunca Cannes'da ulaşabildikleri tüm yapımcı, oyuncu ve iş adamlarıyla ( ki bazılarının mafya olduğuna şüphe yok ) yaptıkları toplantı ve görüşmelerden oluşan film günümüzde sinema sektörünün nasıl işlediği ve bir filmi finanse etmenin hangi aşamalardan geçtiğini göstermesi bakımından çok iyiydi. Elbette hiçbir şey burada gösterildiği kadar basit değil, ama filmdeki bazı toplantıların son derece aydınlatıcı olduğunu söyleyebilirim. Günümüzün en popüler yıldızlarından Ryan Gosling'in filmde söylediği her şeye imzamı da atarım bu arada. Bu arada kişisel bir de notum olacak: 2012 yılında benim de gittiği Cannes Film Festivali'nde çekilen filmin bir yerinde ( Toback ve Baldwin'in Film Market'te dolaştıkları bölüm ) festivali birlikte takip ettiğim dostum Yekta Kopan'ı da görmek çok hoş bir sürpriz oldu benim için. Anladığım kadarıyla ben o sırada başka bir yerdeydim ve bu matrak filmde görünme şansımı bu yüzden kaybetmişim. Neyse ki Yekta fırsatı kaçırmamış.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder