10.01.2015

2014'ün En İyileri ( vizyon dışı )


Aşağıda sıraladığım filmlerin bazıları çok kısa bir süre sonra vizyona girecek gerçi ama büyük kısmı hiç girmeyeceği için bu listeyi yapmakta sakınca görmedim. Bazılarını 2015 listelerinde de görebilirsiniz yani, şimdiden hazırlıklı olun.



10. '71 - Yann Demange

Başrolünü geçtiğimiz yılın bence en iyi çıkış yapan oyuncusu Jack O'Connell'ın üstlendiği '71 adından da tahmin edileceği gibi 70'li yıllarda geçiyor ve izleyici şiddetin kol gezdiği İrlanda ( belfast ) sokaklarında tekinsiz bir gezintiye çağırıyor. İlk uzun metrajlı filmiyle yılın çarpıcı işlerinden birine imza atan Yann Demange bir sonraki çalışması merakla beklenen isimler arasına girdi elbette. Acemi ama gözüpek bir İngiliz askerinin Belfast'ta tek başına yaşam mücadelesi verdiği film İrlanda meselesine dair belki bilindik ama kesinlikle sarsıcı cümleler kuruyor.



9. Whiplash - Damien Chazelle

FilmEkimi'nde izleyiciyle buluşan Whiplash dar oyuncu kadrosu ama derinlikli karakter çatışmalarıyla yılın güzel sürprizlerinden biriydi. Amerika'nın hatırı sayılır konservatuarlarından birinde caz davulcusu olmak için eğitim gören bir gençle onun orta yaşlı, herkesin korkuyla karışık bir saygı duyduğu ve son derece hırslı hocasıyla yaşadığı çetrefil ilişkiyi anlatan film kolay kolay aklınızdan çıkmayacak sahnelerle dolu. Müzik dünyasında ( ki istediğiniz her yere uyarlayabilirsiniz ) başarıya ulaşmanın yolunun kan, ter, gözyaşı ve rakibini yok etmekten geçtiğini gösteren film oyuncuları, kurgusu ve rejisiyle yılın öne çıkan yapımlarındandı.



8. I Origins - Mike Cahill

Bundan bir kaç yıl önce çektiği bir önceki filmi Another Earth ile aklımızda ve yüreğimizde yer eden Mike Cahill bu kez biraz daha büyük bütçeli ama yine benzer temalarla haşır neşir I Origins ( Kök ) ile FilmEkimi'nde karşımıza çıktı. İnsan gözüne özel bir takıntısı olan ve evrimin sırrını gözün biyolojik yapısını inceleyerek bulabileceğine inanan bir bilimadamının hikayesini anlatan I Origins yine geçen yıl izlediğimiz Interstellar'ın aksine bilimsel verileri tutarsız bir fantazi uğruna kullanmayan ve bu anlamda izleyicide çok daha derin izler bırakan bir film.



7. Jodorowsky's Dune - Frank Pavich

Geçtiğimiz yıl izlediğim en iyi belgesel film şüphesiz Jodorowsky's Dune idi. 70'li yıllarda fransız bir yapımcının kendisine açık çek sunmasıyla Dune'u beyazperdeye uyarlamaya karar veren Şilili sinemacı Alejandro Jodorowsky'nin bir türlü hayata geçmeyen projesi muhtemelen sinema tarihinin en ünlü yarım kalan girişimi. İşin ilginç yanı Jodorowsky'nin ölü doğan bebeğinden yararlanan ve kendilerine inanılmaz kariyerler çizen başka sinemacıların ( Lucas, Spielberg, Scott vs ) ortaya çıkışı ki, dehayı diğerlerinden ayıran trajik farkı çok net görebiliyorsunuz. Mutlaka izlemenizi tavsiye ederim.



6. Force Majeure - Ruben Östlund

Sıradan bir aile filmi gibi başlayan ama kısa süre içinde beklenmedik bir dönüşle kara mizahın başrole yerleştiği drmatik bir gerilime evrilen Force Majeure ( Turist ) muhtemelen FilmEkimi'nin en popüler yapımlarından biriydi. İşviçre Alpleri'nde kayak tatili yapan İsveçli bir ailenin bir çığ felaketinin ucundan dönüşüyle tuhaflaşan tatilleri acımasız bir vicdan muhasebesine yol açar. nedeniyse 2 çocuklu ailenin babasının çığ düştüğü sırada tüm ailesini bırakıp kaçmasıdır. Force Majeure izleyen herkesde "onun yerinde olsam ne yapardım" sorusunu sorduracak bir film. Ry-uben Östlund'un aşk, evlilik ve aile olmak gibi kavramları da sorguladığı filmi Oscar'da da Yabancı Dilde En İyi Film dalında aday biliyorsunuz.



5. Adieu Au Langage - Jean-Luc Godard

Her daim devrimci jean-Luc Godarg bu kez de 3 boyutlu sinemanın sınırlarını zorlamış ve izleyiciye optik bir saldırı düzenlemiş. Gerçekten de izlemesi hiç de kolay olmayan ve sık sık gözlerinizi ovuşturmanıza sebep olacak film deneysel sıfatını fazlasıyla hak ediyor ve sinema üzerine bir kez daha düşünmenizi sağlıyor. Adından da anlayacağınız gibi bildiğiniz sinemasal anlatım dilini reddeden ve sadec işin hikayesel kısmını değil tüm konvasiyonel görsel üslupları da çöpe atmaya yeltenen Adieu Au Langage ( Dile Veda ) yeni bir dil önermiyor belki ama zaten Godard'dan bunu beklemiyoruz herhalde. Önerse bir sonraki filminde onu da yıkar zira.



4. Ida - Pawel Pawlikowski

Bir başka Oscar adayı. Oscar adayı olmasının fazla bir anlamı yok tabii ama Ida hiç şüphesiz bu yıl izlediğim en sağlam filmlerden biri. 2011 tarihli rumen filmi Beyond The Hills'i de akla getiren ve genç bir rahibe adayının 60'lı yıllarda kendi ailesiyle ilgili gerçekleri araştırmasını anlatan Ida dini kurallarla yaşamaya yemin etmeden önce "günahkar" yaşamın ne demek olduğunu da anlamaya çalışan bir bireyin ruhani yüzleşmesini de işliyor. Filmin sonuna dair kimi çekincelerim olmakla birlikte ( biz galiba ister istemez kendi coğrafyamızda böylesi bir finalin ne anlama geleceğini soruyor ve yanıtlar karşısında irkiliyoruz ) siyah beyaz görüntüleri, dingin ama tansiyonu yüksek anlatımı ve başroldeki iki kadını ( karşıt ama birbirini tamamlayan karakterler bunlar ) canlandıran oyuncuların güçlü performansları filmi unutulmaz kıran başlıca unsurlar.



3. Under The Skin - Jonathan Glazer

Yılın en tuhaf filmlerinden biri de Jonathan Glazer imzalı Under the Skin'di. İf İstanbul'da izleyiciyle buluşan film dünya sinemasında yeni bir aykırı ustanın doğuşunu muştuluyordu kanımca. Aykırı ustadan kastım Lynch, Greenaway, Godard, Herzog gibi her daim anaakımın tersine giden sinemacılar elbette. Glazer için bu tanımlama erken gelebilir ama Under The Skin izledikten uzun zaman sonra bile çarpıcı flash-back'lerle aklınızda yeni imgeler, fikirler uyandıran bir film ve yönetmenin anlattığı hikaye için tercih ettiği çekim yöntemi de riskli olmakla beraber son derece zekaişi. Bir "yabancı"nın ( ister uzaylı deyin, ister yaratık ) İskoçya'nın Glasgow kentinde bir minivan araçla dolaşıp erkekleri avladığı filmde gizli kamera kullanan Glazer sokaktan geçen insanları filminde oyuncu olarak kullanmış ve Scarlett Johansson'ın ( bir Hollywood yıldızı insanlara adres soruyor, bu bile yeterince tuhaf ) tanınmamasından ortaya sıkı bir yabancılık alegorisi çıkarmış. Ama tabii bu işin sadece görünen kısmı, bir de derinin altındaki var ki, ancak izlediğinizde bir şey ifade edecek.



2. Boyhood - Richard Linklater

2014'te izleyiciler ( ve eleştirmenleri ) en çok bölen film Boyhood oldu herhalde. Filmi çok sevenler çoğunluktaydı ama hiç de azımsanamayacak bir kitle de manasız buldu daha da doğrusu aslında mana veremedi. Ben filmi sevenlerden biriyim haliyle ve Linklater'ın 12 yıl boyunca yaptığı çekimlerle bitirdiği filmin önemli bir deney olduğunu da düşünüyorum. Filmin bir belgesel olarak çekilmediğini, çekilseydi de kimseleri tatmin etmeyeceğini belirterek Linklater'ın böylesi bir zamanlamayla aslında dramatik yapıyı da dönüştürdüğünü ve bunun izleyici algısının ayarlarında tahribat meydana getirdiğini ileri sürüyorum. Bu tahribat fevkalade olumlu bir tahribat kanımca, zira özellikle Hollywood tarzı anlatıma fazlasıyla alışmış izleyici karşısına çıkan farklı anlatımlarla zorlandığında hayata da başka bir açıdan bakmanın mümkün olduğunu anlıyor. Her hikayenin bir başı ve sonu olduğuna şartlanan ve bu ikisi arasında belli aralıklarla gerçekleşen dönüm noktalarını bekleyen izleyici kendisine sunulan uzun zaman diliminde bunların hiç de beklediği şekilde zuhur etmediğini fark ettiğinde haber bültenlerinde bile dramatize edilen hayata aslında ne kadar yabancı olduğunu hissetmeyecek mi dersiniz? Estetize edilmiş şiddet, dramatize edilmiş gündelik hayat ve bir akış uyarınca yaşanan her şey Boyhood'da ters yüz ediliyor ve bu aynada biz en çıplak hilimizle kendimizi de görüyoruz.



1. L'Inconnu du Lac - Alain Guiraudie

Fransız sinemacı Alain Guiraudie'nin son filmi L'Inconnu du Lac ( Göldeki Yabancı ) senenin en sağlam tokatlarından biriydi. Tek bir mekanda ( küçük bir göl ve çevresindeki ağaçlık alan ) ve az sayıda oyuncunun iştirakiyle çekilen film bir kez daha sinemanın yüksek bütçelerden azade olarak da yapılabileceğini gösterdiği gibi sarsıcı bir hikaye anlatmak için aslında başka bir şeye de ihtiyaç olmadığının göstergesiydi. Eşcinsellerin buluşup seviştiği bir "kurtarılmış" bölge olan gölde işlenen bir cinayet ve bu cinayete tanık olan bir adamın yaşadıkları Hitchcock'tan bu yana görmediğimiz kadar etkili bir gerilim filmiydi. Hitch görse ayakta alkışlardı hatta, o kadar ustaca yazılmış ve çekilmişti. Sinema tarihinin en çarpıcı cinayet sahnelerinden birini de barındıran film aşk, tutku, suç gibi kavramlar eşliğinde insan ruhuna güçlü bir ışık tutuyor ama o karanlığın içinde en güçlü ışığın bile eriyip gidebileceğini gösteriyordu. Tüm karakterlerin insanın içine işleyecek bir incelikte işlendiği film eşcinsel dünyanın kodlarını da hiç bir yumuşatmaya ya da gizlemeye yeltenmeden gözler önüne seriyor ve heteroseksüel izleyiciyi şok etmek pahasına ( özellikle seks sahneleri çok çarpıcı ) trajik bir aşkı fantastik bir hayal dünyası fonunda ve teatral bir çerçeve içinde perdeye yansıtıyor. Tek kelimeyle: müthiş.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder