22.03.2015

34. İstanbul Film Festivali'nde ne izlemeli - 2



Bu yılki İstanbul Film Festivali ön incelememize devam ediyoruz. Dünya Festivalleri bölümünde kalmıştık en son ve burada benim ilk ilgimi çeken Berlin'de adından övgüyle söz ettiren Victoria adlı film oldu. Sebastian Schipper'in yönettiği film Berlin'de En İyi Görüntü ödülünü de almıştı. 140 dakikalık filmin tek plandan oluşması Victoria'nın her yerde bahsedilen önemli bir özelliği ama artık günümüzde bu tip denemelerin sayısı bir hayli çoğaldığı için umarım filmin başka meziyetleri de vardır.


Kuş İnsanlar ( Bird People ) geçen yıl Cannes'da Belirli Bir Bakış bölümünde gösterilmiş ve bir hayli ses getirmişti. Bu kadarı bile izlemek için yeterli belki ama bir süredir yeni filmini izlemediğimiz yönetmen Pascale Ferran'ın dönüşünü de kaçırmamak gerek elbette. Yılın hoş sürprizlerinden olması muhtemel bir film Kuş İnsanlar.


Açılış filmi olarak da gösterilecek olan Hal ve Gidiş ( Conducta ) bu yılın bir diğer iddialı yapımı. Küba yapımı bol ödüllü ve gişe rekortmeni bu film duygusal ağırlığı yüksek, insancıl bir hikaye anlatıyor. Hatırlarsanız geçen yılın açılış filmi Philomena da yine duygusal tarafı ağır basan bir filmdi. Almodovar'ın tartışmalara sebep olan I'm So Excited'ından bu yana açılışta komedi yapımlarından uzak duruyor festival komitesi, bakalım bu yıl tepkiler nasıl olacak?


Yılın merakla beklenen suç filmlerinden biri Kanunun Kuvveti ( La French ). 70'li yılların unutulmaz filmlerinden The French Connection'ın kıtadaki bir yansıması gibi duran La French özellikle başrolündeki Jean Dujardin'in popülaritesinden nemalanıyor sanki. Suç sinemasından hoşlananlar ve 70'li yılları özlemle ananlar için kaçırılmaması gereken bir yapım.



Öte yandan bu yıl Goya ödüllerini silip süpüren Bataklık ( Marshland ) muhtemelen daha da sağlam bir suç sineması örneği olarak çıkacak karşımıza. Bu filmin de yine bir dönem filmi olduğunu ve festivalde izleyeceğimiz A Most Violent Year ve La French ile birlikte benzer bir döneme ( 70'li ve 80'li yıllar ) odaklanan yapımlarla birlikte bir anlamda üç boyutlu bir panoramayı tamamladığını söyleyebiliriz.


Sırf zengin kadrosu ve konusunun ilginçliği yüzünden izlemeyi düşündüğüm Casanova Variations, çok örneğini izleme fırsatı bulmadığımız Kazak sinemasından ödüllü bir yapım olan Belalı Ev ( The Owners ), Al Pacino'ya olan sevgimden listeme aldığım ama çok da yüksek beklentimin olmadığı Manglehorne ve eski Dogmacılardan Kristian Levring'in kadrosuna Eric Cantona'yı da kattığı western filmi İntikam ( Salvation ) Dünya Festivallerinden bölümünde tavsiye edebileceğim diğer yapımlar.

Yeni Bir Bakış



Yeni Bir Bakış bölümündeki filmler arasında dikkatimi ilk çekenlerden biri 2012'de Kısa Film dalında Oscar alan Shawn Christensen'in ilk uzun metrajlı filmi Ben Ölmeden Önce ( Before I Disappear ) oldu. Oscar'ı alan Curfew adlı kısa filmden hareketle çektiği bu ilk filmiyle Christensen umarım hakkındaki beklentileri boşa çıkarmaz.



71' daha önce izlediğim için belki bu yıl izlemeyeceğim filmlerden biri ama herkese izlemesini tavsiye ederim. 1971 yılında Belfas'ta geçen gerilim yüklü bir geceyi anlatan filmde Jack O'Connell başta olmak üzere tüm oyuncular birinci sınıf bir iş çıkarmış. Onun da ötesinde İrlanda meselesinin ne kadar alengirli, ne kadar kırılgan ve ne kadar kıyıcı olduğunu da görmek açısından önemli bence Yann Demange'ın filmi.



Sinema dünyasının öncü isimlerinden Belçikalı yönetmen Gust Van den berghe son filmi Lucifer'de bir ilki gerçekleştirmiş ve tüm filmi todoskop tekniğiyle çekmiş. Bu teknik alıştığımız dikdörtgen yani köşeli ekran yerine tamamı çember şeklinde bir ekran kullanıyor ve bu da ister istemez izleyicinin algısını sarsıyor. Bu anlamda ilginç bir deneyim ve görmeye değer kesinlikle.

NTV Belgesel Kuşağı



Her yıl olduğu gibi bu yıl da beklentimin en yüksek olduğu bölüm belgesellerin olduğu bölüm. Tabii ki en başa bu yıl Oscar alan ve izleyen herkesten methini işittiğim Citizenfour'u koyuyorum. Hepimizin adını çok iyi bildiği ama yaptığı işin boyutlarını tam olarak kavrayamadığı Edward Snowden ( nam-ı diğer Citizenfour ) "gerçek hayattan fırlamış bir gerilim filmi" olarak da nitelendirilen bu belgeselin ana kişisi. Çağımıza dair çok önemli bir film, kaçırmamalı.



Belgesel sinemanın usta ismi Frederick Wiseman dünyanın en büyük müzelerinden Londra'daki National Gallery'ye girmiş ve elinde muhteşem bir belgesele yetecek kadar malzemeyle çıkmış. 2300'den fazla eserin yer aldığı müzede sanat tarihçileriyle ve çeşitli uzmanlarla konuşan Wiseman Ulusal Müze'de ( National Gallery ) resim sanatı ve öyküleme üzerine ilginç saptamalar ve fikir alıştırmaları sunuyor izleyenlere.



Werner Herzog'un desteğini alan ve Cannes'da gösterildiğinde festivalin gözdeleri arasına giren Kızıl Ordu ( Red Army ) bu yılki seçkide benim için öne çıkan belgesellerden biri. Kızıl Ordu buz hokeyi takımının hikayesini anlatan ve takımın kaptanı özelinde 1980'li yıllarda bir dönüşüm hikayesini perdeye taşıyan film bana sorarsanız belgesel sinemaya ilgi duyan herkesin radarına girmeli.



Wim Wenders son yıllarda daha çok belgeselleriyle övgü aşan bir yönetmen olmaya başladı. Ustanın kalitesinden şüphemiz yok da, örneğin bu yıl onun iki filminden belgesel olanı önerecek olmam yeterli bir kanaat sayılabilir herhalde. Toprağın Tuzu ( The Salt Of The Earth ) bir yandan ünlü fotoğrafçı Sebastiao Salgado'yu anlatırken bir yandan da etkileyici bir baba-oğul hikayesi anlatıyor.



Caligari'den Hitler'e ( From Caligari to Hitler: German Cinema In The Age Of Masses ) adlı belgesel adından da tahmin edileceği üzerine hem Alman sineması üzerine bir inceleme hem de işin politik boyutunu öne çıkaran zihin açıcı bir deneme. Filmde konuya dair görüşlerini paylaşan isimler arasında Fatih Akın'ın da yer aldığını belirtelim ve bu bölümü de böylece toparlayalım.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder